İçindekiler
Birçok kişi insanın, evrenin, düzenin nasıl oluştuğunu sorgulamıştır. Dünyanın oluşumu kaç yıl sürdü, nasıl oluştu gibi sorular insanın doğasından gelen hatta insanın gelişerek bu günümüze gelmesini sağlayan merak duygusundan kaynaklanmaktadır.
Eski dönemdeki insanlar bu soruları, neredeyse bütün dinlerde yer alan “yaratılış” kelimesinde sorgulamıştır. Bu sorgulamalar insan bilincinin, dünyanın evren içerisinde neden özel bir yeri olduğunu anlama çabalarıdır.
İnsanların inanışlarına göre birçok yaratılış hikâyesi anlatılır. Mesela Mısırlıların tanrısı Su tarafından Yer’in Gök’ten ayrılması; Jehova’nın yerküremizi altı günde yaratması bu hikâyelere somut bir örnek olarak verilebilir.
Mısırlıların dünyanın oluşumu hakkında söyledikleri gibi insanlık tarihinde birçok hikâye ortaya çıkmıştır. Her birinin belirli bir ortak noktası vardır. Her biri bütün evrenin kaostan geldiğini söyler. Yani şu anki düzen oluşmadan önce düzensizliğin ve uyumsuzluğun olduğunu savunurlar.

Dünyanın oluşumu ile birlikte bizler de dünya ile birlikte mi oluştuk? Bilime bakacak olursak yıldızların, hayvanların, bizlerin varoluşu evrenin oluşumuyla eş zamanlı oluşmadığımızı savunur.
Dünya bugüne gelen kadar birçok evreden geçmiştir. Dünyanın oluşumu da aynı şekilde uzun bir süreçte gerçekleşmiştir. Bu değişim uzun yıllar önce başlayıp bugün içinde yaşadığımız dünyayı oluşturdu. Ve aynı şekilde hala devam eden değişim ile gelecekte yaşayacağımız dünyayı oluşturuyor.
Dünya gaz hâlinde doğmuş ve zaman içerisinde erimiş bir hal almıştır. Bu erimiş maddeler dışbükey akımlarla kolayca yer değiştirebiliyorlardı. Aynı aktif bir yanardağdan çıkan lavların hareketi gibi.
Bu dönemlerde ağır elementler ( demir gibi…) kürenin merkezine doğru hareket etmiştir. Bazalt ve granit gibi daha hafif maddeler de dünyanın yüzeyine çıkarak şuan yaşadığımız dünyayı oluşturmuştur.

Ağır elementlerin merkeze doğru hareketi ve daha hafif maddelerin yüzeyde kalması dünyanın katmanlarını oluşturmuştur. Bu katmanlar da aynı şekilde yoğunluğa bağlı olarak sıralanmıştır. Yoğunluğu fazla olan maddeler merkezde yer alırken en az yoğunluğa sahip olan maddeler merkezden en uzak katmanında yer alır.
Bu dışbükeysel akımlarının olduğu dönemde dünya hızla soğuyordu. Merkezden gelen magma selleri yüzeye doğru çıkıyor, uzaya ısı radyasyonları yollayarak soğuyor ve yeniden merkeze dalıyordu. Bu ısı kaybı sonucunda gezegen giderek soğuyor ve dışbükey akımlar gitgide yavaşlıyordu.
Zamanla akımların yüzeye getirdikleri ısı, radyasyonun kaybettiği ısıdan az olduğu ( yeterli gelmediği ) için yüzeyde katılaşan maddeler kabuk oluşturmaya başladı. Bu süreç dünyamızın güneşten ayrılmasından birkaç bin yıl boyunca devam etmiştir.
Ayın oluşumu dünyanın kabuğunu birçok parçaya böldü. Bu parçalar uydumuzun gövdesini oluşturmak için dünyadan ayrıldılar. Bu olay dünyanın kabuğunun oluşmasını çok az geciktirmiş olsa da ayrılan parçaları dolduran erimiş bazalt yüzeyde yeniden katı hale döndü.
Dünyanın yüzeyi erimiş haldeyken ne kadar ısı kaybına uğrasa da yüzey katı halini aldığında ısı kaybı devam etmiştir.
Peki, yeryüzü erimiş haldeyken dışbükeysel akımlarla radyasyon yardımıyla ısı kaybına uğradı. Katı haldeyken nasıl ısı kabına uğrar?
Yerin soğumasında bir başka önemli etken ise sertleşen dış katmanların arasında dışarı sızan ısıdır. Bu olayın ispatı, kabuğu oluşturan kütlelerden ölçülen ısı iletkenliğinden hesaplanmıştır.

Yapılan hesaplamalar aynı yüzeye dünyamızın merkezinden gelen ısının, güneşten gelen ısıdan üç milyon kere küçük olduğunu göstermiştir.
Eğer dünyanın yüzeyinde bir noktaya buz kadar soğuk bir bardak su koyup yalnızca dünyadan gelen ısıyı alabilecek şekilde soyutlarsak, sıcaklığı ancak otuz yılda kaynama derecesine yükselirdi.
Bir bardak su örneği, buzulların erimesinin atmosfere bağlı olduğunu desteklemiş oluyor. Yani dünyanın iç ısısının buzulları eritmediğini, dünyaya dışarıdan (güneşten ) gelen ısının buzulların erimesine neden olduğunu destekliyor.
Bu yazıda şimdiye kadar dünyamızın nasıl ısı kaybına uğradığını anlattım. Peki, dünyanın ilk oluşumundan bu yana yani iki milyar yıldır dünya ne kadar ısı kaybına uğramıştır? Ya da soruyu şöyle sorayım Dünyanın oluşumundan bu yana ne kadar sıcaklığı düşmüştür?
Dünyamızın yüzeyi, iki milyar yıl önceki oluşumundan bu yana ortalama olarak 20⁰C’den çok soğumamıştır.
YAŞAM ÖNCESİ YAŞAM SONRASI
Yeryüzünün soğuması, dünyanın özelliklerinin oluşumunda önemli bir etken olmuştur. Dünyanın dış kabuğu, ilk oluşumdan itibaren soğuması ve dış yüzeyinin katılaşması nedeniyle alttaki tabaka da ısı ve sıcaklık kaybına uğramıştır.
Alt tabakanın soğumasıyla büzülmeye uğradı ve iç kısımda kalan madde fazla gelmeye başladı. Fazla gelen madde nedeniyle büzülmeye başladı. Aynı fırında pişen bir ayva gibi.
Soğuma sonucunda yeryüzündeki buruşukluklar ve kıvrımlar, göz kamaştırıcı güzellikleri, sıradağları oluşturdu.
Oluşan buruşuklukların yanında biriken tortul madde ağırlığının giderek artmasından da yeryüzü değişime uğradı. Bildiğimiz gibi dağlar, ağaçlar gibi ne kadar yeryüzünden görünse de yerin altında da büyük kütlelere sahiplerdir.
Dağlar, dik yamaçlardan hızla akan sellerle düz ovalardan daha çabuk aşınırlar. Doğal etkenler ovalardan daha kolay aşınan dağları etkileyerek ovalar gibi düzlükler oluşturmaya çalışır.
Gezegenimiz, iki milyar yıl önce erimiş maddelerden oluşmuştur. Canlı varlıkların, dünyanın yüzeyinin katı hale gelmesinden sonra ortaya çıktığı düşünülüyor. Yüzeyin katı haline gelmesinin yanında sıcaklığı da düşerek organik maddelerin varlığına olanak sağlayacak sıcaklığa gelmiştir.

Yüzeyi buruşan yeryüzüne yoğun bulutlar suyu yeryüzü ile buluşturdu. Ardından ilkel yaşamın ortaya çıktığı kabul edilen okyanuslar bolca suyla doldu.
Bilindiği kadarıyla, yeryüzünün ilk dönemlerinde yaşam yoktu. 1865 yılında Richter’in ileri sürdüğüne göre; yaşam, sonsuz geçmişten beri vardı ve son derece küçük canlı sporlar ya da “kosmozonlar” biçiminde bir gezegen sisteminden başka bir gezegen sistemine geçiyordu.
Bir kosmozon, yaşamaya uygun bir gezegene ulaştığında hemen üremeye başlıyor ve uzun organik evreler (evrim) geçirerek yaşamın bütün biçimlerine kadar gidiyordu.
Yaşamın nereden ve nasıl geldiği sorunu, insana çeşitli ütopik fikirlerle dolduruyor. Yaşamın kaynağını biraz ayrıntılı inceleyen bilim adamı Oparin; dünyanın oluşumundan bu yana okyanus sularında zaten metan (bataklık gazı) gibi bazı organik bileşenlerin bulunduğunu ve organik olmayan karbon bileşimleri (belki karbidler) üzerine suyun etkisiyle meydana geldiklerini söylemiştir.
Zaman ilerledikçe yeryüzü daha da soğudu, okyanuslar daha fazla suyla doldu ve güneşi engelleyen bulutlar da yavaş yavaş inceldi. Bulutların incelmesi sonucunda yeryüzüne daha da fazla ulaşan güneş ışığı sayesinde mikroorganizmalar klorofil denilen ve havanın karbondioksitini ayrıştırmada yararı dokunan maddeyi geliştirdi. Böylece kullandıkları karbonu büyümelerine gerekli maddelerin yapısında kullandılar.

İlkel organizmaların bir bölümü, kendi besinini havadan sağlamak yerine bu işi yapan bitkilerden temin ettiler. Bu beslenme tarzı daha yalın olduğu için hareket etme yeteneğini geliştirdiler. Aynı zamanda beslenmek için hareket etmek zorundaydılar.
Bitkileri yiyen canlılar bitkilerle yetinmeyip birbirlerini yemeye başladılar. Bu canlılar avını yakalamak için veya düşmanından kaçabilmek için hareket etme yeteneğini geliştirdiler. Ve bugün hayvanlar evreninde gördüğümüz düzeye getirdiler.
Kıtaların üzerinde ilk beliren bitkiler, daha önce suda yaşayan basit biçimlere benziyor; evrim süreçleri boyunca hemen her yanı kaplayan sığ su alanları ve bataklıklarda bulunuyorlardı.
Uzak geçmişteki ormanlar; tamamıyla dev ağaçlar kılığına girmiş eğrelti otları, at kuyrukları ve köklü yosunlarla kaplıydı. Bunların hepsi sporlu ilkel bitkilerdi. Üremelerini sağlayan çiçekleriyle meyveleri yoktu.
Bitkiler bugünkü gelişme düzeyine ancak yüz milyonlarca yıl sonra ulaşmışlardır. Tıpkı insanın bugünkü durumuna ulaşabilmesi için bir o kadar zaman geçmesini gerektiren evreleri aşması gibi.
İNSANIN TARİHİ
- En ilkel fosil hangi bölgede yer alıyor?
- Atalarımız tek bir tür müydü?
- Atalarımızın hangi bölgede doğduğu varsayılıyor?
Paleontoloji uzmanlarının çoğunluğu, insanın doğuşunu bir milyon yıl önceye: yani, Dördüncü zamanının başlangıcına yerleştirmektedirler. Ancak uzmanlar kesin bir tarih vermedikleri için sorunu daha da karışık bir duruma getirmişlerdir.
Yakın bir geçmişe kadar insanın evrimi tek yönlü olduğu düşünülüyordu. İnsanın salt bir türden geldiği ve çeşitli türlerin gelişerek insanı oluşturduğu sanılıyordu.
Paleontoloji, insan soyunun çok yönlü geliştiğini ve çeşitli insan türlerinin kısa ya da uzun bir dönem yaşayıp tükendiğini, bunlardan yalnız birinin, yani “Homo sapiens- günümüzde yaşamakta olan insan türüne verilen ad” yaşamakta olduğu kabul ediyor.
Günümüzde Avrupa, Afrika ve Asya’daki bulgular insanın tek bir daldan değil dört daldan geldiğini kanıtlıyor. Yani insanın, Homo sapiens ’in, atası kesinlikle bilmediğimiz bir tür olan “Presapiens” olduğu varsayılıyor.

Paleontoloji, insan soyunun dünyada hangi bölgede doğduğunu söyleyememiştir. Son bulguların, ilgiyi Afrika üzerine çekmesine karşılık, beyaz ırkın vatanı olarak Asya’nın güneydoğusunu gösteriyor.
Uzak doğuda, yapılan arayışlar sonucunda en ilkel fosil Doğu Çin’de ve Cava’ da bulunmuştur. İnsana en yakın türlerin de bu bölgede yaşadığını göz önünde bulundurarak, dört elli bir hayvanı andıran ve içgüdüleriyle hareket eden canlılardan atalarımıza bu bölgede evrildiği düşünülüyor.
YAŞAMIN ASIL KAYNAĞI
- İlkel insanlar ilk nerede yaşamaya başlamışlar?
- Neden yaşadıkları yeri terk etmeleri gerekti?
- Ne zaman iki ayak üzerinde durmaya başladılar?
Gerçeklikten uzak bir görüş olarak düşünülse de yaşamın kaynağı olarak Doğu Asya’nın ve Malezya’nın uçsuz bucaksız ormanlarını gösterir.,

Bu ormanların yağış alan bölgelerinde, ağaç kovuklarında yaşıyor. Ve gorilleri ve kuyruksuz şebekleri andıran yapıtlarıyla gerektiğinde kendilerini sopalarla savunuyorlardı.
İklimin sertleşmesiyle ormanlar kuzey tarafından başlayarak yok oldular. Soğukların giderek artması ve güneye doğru buzlanmanın artması nedeniyle ekvatora taşınmak zorunda kaldılar. Ancak günün birinde durmak zorunda kalarak Himalayaların eteklerinde toplandılar.
Zamanla soyları tükenen bu insanların en önemli fiziksel değişimi Tibet’in yüksek yaylalarında geçirdikleri sanılıyor. İlkel insan, ellerini özgürce kullanma alışkanlığını sürdürerek iki arka ayağının üzerine dikilme yeteneğini o günlerde kazandılar.
Tabi ilkel insanın Tibet’te iki ayak üzerinde durma yeteneğini geliştirmesi bilimsel olarak açıklanmıyor. Fakat bir gerçek varsa, iki ayak üzerinde durmaları olağanüstü bir evrim olmuştur.
İNSAN, İNSAN OLURKEN
Diğer canlılara göre, insanlar ellerini ve gözlerini çok daha iyi bir şekilde kullanmışlardır. Bu duyu organları yardımıyla birbirlerine işaretlerle karşılık vererek, iletişim yetenekleri gelişmiş. Ve bu doğrultuda beyin ve düşünme kabiliyetleri de gelişerek akıllı birer canlı olmuşlar.
Bu gelişme sürecinde İlk adımlar ağır ve korkak olmuştur. İnsan, doğa olaylarının nedeni olarak birtakım görünmez güçlerin varlığını kabul etmiştir.
Fikir alıp verme yeteneğini kazanan beyin, aynı zamanda öğrenme, anımsama ve edinilen bilgilerden yararlanma yeteneklerini de edinmiştir. Yönettikleri ellerini hayvanlardan farklı olarak gereksinimlerine göre kullanmışlardır.
Bu gelişme sürecinde insanlar gereksinimlerine göre çeşitli aletler yapıyor ve gücünü tam anlamıyla kullanmaya başlıyordu. İnsan, maymundan farklı olarak kullandıkları aletleri atmamış, hatta bunu gelecek için saklamış. Saklamakla kalmayıp yaptığı aletleri geliştirmeye çalışmıştır.
Yaptığı aletleri daha da kullanılabilir hale getirmek için taş ile vurarak sivriltmeyi akıl etmişti. Böylece insanlar, insan olma yolundaki İlk adımı atmış oldu.
İkinci adım, iki sopayı sivriltmek için birbirlerine sürterken kıvılcım çıktığını büyük bir heyecanla gördüğü gün atıldı.

İnsanlar, kıvılcımı kendileri oluşturmadan önce gök gürültüsüyle birlikte ağaçları tutuşturan ve kendilerinin korkmasına sebep olan olağanüstü bir olay olarak görmektedirler. Kıvılcımı keşfettikten sonra ateşin bütün yararlarını anlamaları için yüzyılların geçmesi gerekti.
Bu süreç içerisinde ateşi kullanarak ısınmayı, aydınlanmayı, et pişirmeyi ve üstlerine gelen düşmanları kendilerinden uzaklaştırmayı zamanla öğrenmişlerdir.
ÇAĞLAR BOYUNCA
İnsanlık tarihi, milyarlarca yıl süren oldukça uzun bir evredir. Bilim adamları bu evreyi dönemlere ayırarak insanlık tarihini daha ayrıntılı incelemek istemişler.
Bilginler bu evreyi dört döneme ayırmışlar. Bu dönemler, Taş Çağı, Bakır Çağı, Tunç Çağı ve Demir Çağı’dır.

Bu dört dönem adlarından da anlaşılacağı gibi o dönemde kullanılan araçlar, silahlar vb. aletleri yapmak için kullanılan maddelere göre verilmiştir.
Taş Çağı, günümüzden 500.000 ile 150.000 yıl öncesi arasındaki dönemi kapsar. Bilim adamları tarih öncesi zamanı dört döneme ayırdıkları gibi her bir dönemi de kendi içerisinde dönemlere ayırmışlar.
Taş Çağı, Yontma Taş Çağı ( paleolitik ) ve Cilalı Taş Çağı ( Neolitik ) olarak iki döneme ayrılmış. Yontma Taş Çağı da Uzak, Orta ve Yakın olmak üzere üç zaman diliminde incelenir.
Yontma Taşların en eski aleti her işe yaradığı düşünülen iki yanı kabaca işlenmiş badem biçimindeki “Yumruk” tokmaklardır.
Bu aletler Uzak Yontma Taş Çağından ( M.Ö. 500.000-300.000) geriye kalan kalıntılardan elde edilmiş ve Avrupa, Asya, Afrika kıtalarının hemen hemen her yerinde bu aletlere rastlanmaktadır.
“Yumruk” tokmakların yapıcısı sayılan yaratık, 1954 yılına kadar bilinmiyordu. “Belirli bir sanayinin yaratıcısı” sayılan bu yaratık da ( Atlantropus kalma fosil parçası) Camille Araabourg tarafından Afrika’nın kuzeyinde Termefine’de bulunmuştur.
Yumruk tokmaklar, , Yontma Taş Çağı’nın en eski dönemine (Uzak Yontma Taş Çağı) ait aletlerdi. Bu dönemde yaşayan insanlara en yakın yaratığa “Pitekantropus” adı verilmiş ve bu yaratığa ait kalıntılar Cava’da bulunduğundan ” Cava Adamı ” da denilmektedir.

Uzak Yontma Taş Çağından sonraki Yakın Yontma Taş Çağı’nda (M.Ö. 150.000) kıtanın hemen hemen her yerinde çağdaş insanın atası olan “Homesapiens” türü görülmektedir.
Bu tür en önemlisi “Kro-manyon” olan ırklara ayrılır. “Kro-manyon” ırkı, ortalama 1.80m boylarında, geniş ve yüksek alınlıdır. Beyinlerindeki karmaşık kıvrımlar, günümüz insanın beyninden farklı değildi.
Yontma Taş Çağında, atalarımız, 600.000 yıldır taş aletlerle yetinebilmiş. Cilalı Taş Çağındaki torunları ise balta yontmayı, köpek evcilleştirmeyi, ekmek pişirmeyi ve köyler yapmayı birkaç on bin yılda gerçekleştirmiş.
Cilalı Taş Çağının sonlarında dünya aşağı yukarı bugünkü şeklini almıştı. Buzul Çağının bitmesiyle iklim ısınmaya başlamış, eriyen buzullarla deniz düzeyi artmıştır. Ayrıca artan su seviyesi İngiltere gibi kıtaya dar bir kara parçası ile bağlanmış olan yerlerin kıtadan bağının kopmasına sebep olmuştur.
İnsanlar, artan su seviyesinden dolayı doğal yaşamın da çok olduğu ırmak boylarına yerleşerek toplu bir yaşam sürmeye başladılar.
İlk Yorumu Siz Yapın